Makaleler

İÇİMİZDEKİ ALMAN MÜREBBİYE

Bowlby, meşhur bağlanma Teorisini anlattığı üçlemesinin ilk cildi olan Bağlanma kitabında der ki: Çocuğun başarısız olduğu nokta, ilgisinin alana fayda sağlayacak hedef yoksunluğunda değil alıcının bakış açısından kaynaklı neyin faydalı olacağı anlayışındadır.

Bu nokta gerçekten de çocuk eğitimi dediğimiz sürecin temel taşı. Ebeveyn ya da eğitimci olarak kaçırdığımız nokta tam olarak bu. Yani çocuğun düşünme sürecine onu daha iyi, daha faydalı hale getirmek için yaptığımız müdahale. Önce kendi kalıplarımızla çocuğumuza mükemmel(!) bir form veriyoruz. Sonra verdiğimiz o güya mükemmel formu güya taçlandırıp cilalamak için yine kendi kurguladığımız yaratıcı düşünme süreçlerini işe koşuyoruz. Artık şu sürekli kurgulama işini bir kenara mı bıraksak?

Kabul etmeliyiz ki yetişme tarzımız öyle yaratıcı, girişken olmaya yönelik değil. Bizim nesil ve bizden öncekiler daha çok “düzgün insan” olmak için yetiştirildik. Bu ulvi bir amaç aslında ama “düzgün insan” olmaya giden yol tek değil ve tüm heyecanla gövdeden fışkırmış sürgünleri budamayı gerektirmiyor. Düşünüyorum çocukluğumun Türkiye’sini de şimdi nostalji ve bir hoşluk atfederek hatırladığımız şeyler aslında bir anlamda kalıplarımız. Komşu oturmaları, bir manimiz yoksa ziyarete gelen tanıdıklar, çapraz duran el örgüsü kırlentler, kutsal temizlik günü pazartesiler, komşu amca-teyze önünde bildiklerini sıralamaca… Ve daha bir sürü yüzümüzü gülümseten ama derin düşündüğümüzde keskin formu olan ilişkiler. Öğrenilmiş ve her duruma uyarlanması gereken formlar… Bir çocuğun yaşadığına ihtimal vermeyeceğiniz tertip ve düzendeki evler… Elbette ki toplum yapısı ve o yapının iş birlikçi bakış açısına sahip olması önemli ama bireyin özelliklerini toplumsal söylemimiz “Kim ne der?”  klişesine feda mı edeceğiz? Kendimizi de hemen aklamayalım mümkünse. Çünkü iliklerimize işlemiş “Kim ne der?” canavarı kılık değiştirip kamufle olmuş durumda. Dışarıda konuşan “kimleri” susturmak yeterli değil. İçimizdeki “kimleri” tanımlayıp onlara da çeki düzen vermeliyiz.

Tekrar dönecek olursak o eski günlere herhalde o zamanların en olumlu kısmı sahip olduğumuz sokağın özgürlüğü ve sahip olamadığımız eğitici oyuncaklar…

Sokağın özgürlüğü tamam da eğitici oyuncaklara sahip olamamak nasıl olumlu kısım olur? Aslında her iki yolun çıktığı nokta aynı: çocuk dünyasının doğal habitatı… Evden dışarı adımınızı attığınız anda çocuk dünyasının kuralları devreye giriyor ve kural koyucular, evreni oluşturan çocukların kendisi. Yani çocuk zihninde anlamlı olan kurala dökülüyor. Günümüzde eğitim sistemi için sürekli tekrar ettiğimiz konu üniversitede anlatılanın sahada karşılık bulamayışı değil mi? Diyoruz ki: “Hocam, sizin zihninizde tasavvur ettiğiniz ve öneriler, taktikler sunduğunuz dünya bizim sınıflarımızı yansıtmıyor. İşte bizim kurguladığımız oyun evreni de çocuğun zihnini yansıtmıyor, yansıtamıyor. Üstüne üstlük sürekli bir şeyler kurgulamamız karşımızdakine senin “halin vaktin” kendi dünyanı kurgulamak için yetersiz mesajı veriyor. Asıl ihtiyacımız olan ise forma sokmadığımız, henüz yontamadığımız minik dimağ. Daha az yaratıcı zihnimizle daha yaratıcı bir zihne şekil verme telaşındayız.

Sürekli kurgulayıp durduğumuz eğitici oyunlar da aynı şekilde.  Bence asıl eğitici oyun, eğitim amacıyla tasarlanmayan oyundur. Bırakalım da çocuklar oyunlarıyla bizim dünyamıza şekil versin. Yapay zekanın geleceğe hükmedeceği ifade edilen her araştırmanın vurgu yaptığı ve geleceğin geçer akçesi diye zikredilen “duygusal zekâ, yaratıcı bakış açısı ve insani özellikler” çocuk oyunlarının baş kahramanları. Aslında bu özellikler her dönemde geçer akçe. Komedi oyunundan bir sahneyi canlandırır gibi çocuğun elinden bunları önce alıp sonra yapay bir şekilde oluşturmak için çabalıyoruz.

 

Peki hiç mi müdahale yok? Nasıl parıldayacak elimizdeki bu cevher? İlla bir şeye müdahale edeceksek kendi yaşam tarzımıza müdahale edelim. Mesela bir çocuğun telefonu eline almasının alt sınırı 9 yaş, telefona sahip olmasının alt sınırı 15 yaş olarak zikrediliyor bazı araştırmalarda. Ne kadar abartılı geliyor değil mi bu sınırlar? “O kadar da değil!” diyesi geliyor insanın. Zaten hayatımızı böyle sarmalamış bir şeyi çocuğumuzdan nasıl uzak tutacağız ki? Kendi yapmadığımızı çocuğumuza yaptırabileceğimiz düşüncesi üzgünüm ama tam bir saçmalık. Çocuk duyduğunu değil gördüğünü yapıyor sonuçta. Asıl ilginç olanı da çocuğun dünyasını sürekli müdahaleye ihtiyaç duyacak kadar eksik, kendi dünyamızı hiçbir düzenlemeye gerek duymayacak kadar tam olarak görmemiz.  Ben burada eşlik etmek kavramını çok önemsiyorum. Çocuğun büyüme sürecine eşlik etme ve kendi ruhunun onun ruhuyla birlikte çiçek açmasına izin verme… Parlatmaya çalıştığımız o cevhere biraz daha yakından bakarsak aslında zaten kendi tarzında parıldadığını keşfedebiliriz. Alın size büyükler için yaparak yaşayarak öğrenme.

Sürekli zikredilen bir 0-3 yaş vurgusu var. Karakterin, tüm hayata eşlik edecek olan kalıpların oluştuğu dönem ve bu dönemin önemi artık hepimiz için bariz. Bu dönemde anne-babanın titiz olması söyleniyor. Yalnız buradaki titizlik maalesef çocuğa hiç alan tanımayan, onun için tüm dünyayı yeniden inşa eden anne-baba tutumuna doru gidiyor. Belki de birbirine tepki olarak iki uca kaymış tutumlar göze çarpıyor. Bir tarafta “akıllı başlı” olma pahasına aşırı kuralcı obsesif yaşamlar, diğer tarafta “özgürlüğün” bir kavram olarak baş tacı edildiği, kuralsız ama özgür olmayan hayatlar…  Günümüzde her alan artık potansiyel pazar. Ailelerin yumuşak karnı olan bu gibi alanlar ise pazarı yönetenler için iştah açıcı. Anne-babalar şaşkın, sürekli çocukları için geliştirici faaliyet yapma, eğitici oyunlar alma koşuşturmacasında. Devamlı bir geç kalmışlık hissiyatı, tüh şu etkinliği yapamadık serzenişi. Evet çocuklarımızı önemsiyoruz, evet çoğumuz onlara iyi bir gelecek, iyi bir yaşam sunma gayesi içerisindeyiz. Pazarı yönetenler ise çocuğumuzun nasıl birine dönüştüğüyle ilgilenmiyor. Onların tek gayesi ürünlerini satmak ve bu yolda her şeyi mubah görmeleri anlaşılır.  Anlaşılmaz olan bizim kendimize belirlediğimiz amaçla yaptıklarımızın tutarsızlığı.  Kendi ayağımızla tuzağa düşmemek için bir formül geliştirmeliyiz. “Bunu kendim için mi yapıyorum, çocuğum için mi?”. sorusu yaptığımız eylem üzerine düşünmek için iyi bir tetikleyici olabilir. Kendi sorumuza dürüstçe cevap vermemiz önemli.  Cevap ne olursa olsun bundan sonrası gerçekten gören bir gözle çocuğumuza bakmak. Gerçekten onu görmek, iyi ya da kötü tanımlaması yapmadan o minik ama dev dünyasını fark etmek. Görmeye başladıkça tanımlamalarımız değişecek: Aslında inat etmiyor kendisini ortaya koymaya çalışıyor, hırçın değil hareketi engellenmiş, mızmızlanmıyor bir şeyler anlatmaya çalışıyor… Kabul etmeliyiz ki şekillendirmeye çalıştığımız canlının bir tabiatı var ve hiçbir çocuğun tabiatı kötü olamaz. Onu sürekli “iyi yönde” şekillendirmeye çalışırken nasıl tabiatını fark edebiliriz ki? Söylemeye çalıştığım şey bir minik insanın yaradılışına güvenmek ve küçük dokunuşunun kelebek etkisini zevkle seyretmek… Bunun için de kullandığımız dili değiştirmek, olumsuz sıfatlardan kaçınmak mükemmel bir başlangıç noktası olabilir.

 

Aslında bahar geliyor evlerimize çocukla birlikte. Gözümüz gönlümüz şenleniyor. Bu bir canlanma, yeniden doğum süreci. Hiç kolay bir süreç değil elbette ki.  Bahar havası hazırlıksız yakalıyor çoğu zaman ve şöyle temiz bir çarpıyor bizi. Karlar eriyor baharla birlikte. Nehirler daha coşkun akmalı artık. Oysa biz yapay setler oluşturup coşan nehri kış yatağında akmaya zorluyoruz. Tabiat reddediyor bunu. Seller kaçınılmaz oluyor ve hep birlikte boğuluyoruz. Asıl problem korkudan oluşturduğumuz setler oluyor çoğu zaman, farkında değiliz. Sadece biz çocuğumuzu değiştirmiyoruz, o da bizi değiştiriyor. Bu doğal bir süreç. Doğal sürece yapay müdahaleler ise işleri çıkılmaz bir noktaya getirebiliyor. Korkularımızı dillendirip gerçek olup olmadıkları üzerine düşünmek, aldığımız tedbirlerin duruma uygun olup olmadığını sorgulamak bir başka ebeveyn ödevi olarak dursun cebimizde.

Çevremizdeki hayatlara az ya da çok bir şekilde dokunuyoruz. En belirgin dokunuşlar da öğretmen ya da ebeveyn olarak hayat buluyor. Daha yeni çocuk parkında şahit olduğum bir durum: Parka çocuğuyla gelmiş bir anne. Park çok kalabalık. Çocuklar oradan oraya deli gibi koşturuyor. Anne gergin. Bir yandan kendi çocuğunu oynatmaya çalışıyor bir yandan diğer çocukları terbiye etmeye. Çocuklar uzaktan kontrolsüz gözüküyorlar. -Aslında biraz daha yakından bakmayı başarınca bu karmaşanın kendi içinde bir düzeni olduğunu fark ediyorsunuz. – Çocuklardan bir tanesi kaydırağın başına oturmuş bekliyor. Arkasında sıra oluşmuş. Kaymıyor çocuk. Biz onu cesaretlendirmeye çalışıyoruz. Diğer anne sinirli sinirli söyleniyor. “Şu çocukları hiç anlamıyorum.” diye. Birkaç tanesini fırçalıyor çocukların. Belli ki çocuk parkına gitmek bir görev. Görevi de hakkıyla yerine getirmek istiyor. İstiyor ki hayat kendi düşünce hızında aksın. Çocuklar nizami sıraya girsinler, sırası gelen hızlıca, sorunsuz kaysın. Patenle kaydırağa çıkmasınlar. Kaydırak statik elektrik yüzünden sürekli çarpmasın… Çocuk parkındaki görüntü bu. Biraz daha genelleyecek olursak: Çocuklar ayakkabılarını hızlı giyinsin, o pantolonu o kazağın altına giymek için diretmesin, tabağına koyulan kadar yemeği dökmeden yesin, ödevlerini hızlıca ama hakkıyla tamamlasın sonra televizyon izlesin, itiraz etmesin, ağlamasın, inat etmesin…. Hayatı sadece çocuklar için zorlaştırmıyoruz aslında, bu kalıplar bizi de esir almış durumda.  Hız, çağımızın en büyük depresyon kaynağı. Çocuklarla biraz daha telaşlanıyor, hızlanıyor gibi geliyor yaşam. Bence bu, çocuğumuzu kendi ritmimize uymaya zorlamaktan kaynaklanan bir yanılsama. Bir çocuğun hayatınızın ritmine dokunmasına izin vermek başta çok zor evet ama bu bir fırsat aynı zamanda. Sürekli veri bombardımanı altındaki beynimiz için bir teneffüs fırsatı…

En çok biz yetişkinlerin ihtiyacı var buna. Kalıpların mengenesinde sıkışmış engin ruhumuza hak ettiği özgürlüğü vermeye… İçimizdeki, çocuk sesinden delirip top kesen balkon amcasını susturmaya… Ama susturabilmek için önce varlığını kabullenmek gerek. Bunun yerine kendi “iç sesimizi” susturup baskılıyoruz çünkü en çok kendi “iç sesimiz” bize bir şeylerin yolunda olmadığını fısıldıyor.  Fısıltıyı yüreklendirip duyulabilir hale getirmek kolay değil. Özellikle de bizim gibi, duyguları göstermenin zayıflık olarak algılandığı toplumlarda. Duygularla barışmak, sonraki adım olarak da onları ifade edebilmek… Aksi yönde yetiştirildiyseniz bu uzun ve çetrefilli bir yol. İyiliğe güzelliğe giden her yol gibi…

Nur Yılmaztürk Dağaslanı