Makaleler

ESKİ DÜNYANIN EBEVEYNLERİ OLARAK YENİ DÜNYANIN ÇOCUKLARINI YETİŞTİRMEK

Eski dünyanın değerleri, yeni dünyanın beklentileri, çocuklarımızın duyguları… Bunlar keskin çizgilerle birbirinden ayrılan şeyler mi? Kafamız neden bu kadar karışık? Neye talip olup neyden vazgeçmeli? Dünyanın tüm zamanlarında çocuk yetiştirmek bu kadar zor muydu? Bu sorular az ya da çok zihnimizi bir şekilde meşgul ediyor.

Karşımızda ise tüm zamanlar için engellenemez bir gerçek duruyor: Dünya değişiyor.

Çocuklarımızın dünyası da değişiyor doğal olarak ama bizim farkında olduğumuz bu değişimi onlar fark etmiyorlar. Çünkü onlar değişmiş dünyanın içinde büyüyorlar. Çoğumuzun her gün yaşadığı, önemsiz gibi görünen hatta bizim de normalimiz olduğu için hiç görünmeyen örnekler var. Bu örneklerden biri de bu sorular üzerine yoğunlaşmama sebep olan “çöp çıkarma ritüeli”. Ritüeli diyorum çünkü bizim nesil için neredeyse ritüeldi. Benim için çöpü çıkarmak demek üç kat merdiven inerek yoldan karşıya geçip -mevsim kışsa- kül kokan metal çöp kovasına çöpü atmak demekti. Çöpü atmadan önce içerideki kediyi uyarmak aklıma gelmişse hüzünle karışık bir kıvanç duygusu da eşlik ederdi bu ritüele. Hele çöp fazla dolmuşsa ve ablamın da yardım etmesi gerekmişse baya baya şenliğe dönüşürdü olay.

Asansörün ya da kaloriferin olmadığı binalarda büyüdük. Hatta çoğumuz eve kömür de çıkartmışızdır kovayla. Üstelik bunlar köy hayatının değil birçok yerde şehir hayatının normalleri idi. Şimdi henüz iki yaşında bile olmayan oğluma “Hadi çöpü çıkaralım!” dediğimde hemen dış kapıyı açıyor, çöpü çıkartıyoruz ve kapıyı hızla kapatıyor. Onun çöpü çıkartmaya dair şeması sadece dış kapıyı açmak ve çöpü kapının önüne koymak. İstisnalar olsa da çoğu çocuk bunu yaşıyor. Bu tuhaf bir durum mu? Hayır ama bu değişim, çöpün nasıl çıkarılacağına dair basit şemalardan oluşsa da hayatı şekillerden komplike durumları barındırıyor aslında.

Çoğumuz kısa ya da uzun vadede kaçma planları yapsak da apartman kültürü içinde yaşıyoruz ve çocuklarımız apartman gerçeğiyle büyüyor. “Apartman kültürü” diye bir çırpıda ağzımızdan basitçe çıkıveren kelimeler aslında kelebek etkisiyle tüm hayatı değiştiriyor. Bizim normallerimiz de değişiyor. Olduğumuz şey üzerinde düşünen biri olarak yetiştirilmişsek ya da bir şekilde bu üst düzey düşünceye ulaşmışsak değerlerimizi koruyoruz, korumaya çalışıyoruz elbette.

Her değişim gözümüze bu kadar zararsız görünmüyor tabii ki ama söylemeye çalıştığım şey şu: Çocuklarımızın dünyayı algılayış biçimleri doğal olarak değişiyor. Onların bizi anlamadığını düşünüyoruz çoğu zaman ancak bizim de onları tam olarak anlayabilmemizin imkânı yok gibi görünüyor.

Yaşım 5 civarı olmalıydı. Anneme şöyle bir soru sorduğumu hatırlıyorum: “Anne neden bizim Minik Kuş (Susam Sokağı’ndaki Minik Kuş’u kastediyorum) beyaz da Ayşe Teyzelerin (çok kıymetli komşumuz) Minik Kuş’u kırmızı?” Kocaman, yerinden kıpırdatamadığımız siyah beyaz bir televizyonumuz vardı. Renkli televizyon alındığında ilkokula henüz başlamıştım. Çok büyük bir heyecandı. Ama benden beş yaş büyük ablam televizyonun eve ilk defa geldiğini de hatırlıyor.

Çocuklarının bu heyecanlarına şahit olan annem ise on yaşına kadar kışın yolları kardan kapanan, şehre inmenin mümkün olmadığı bir dağ köyünde büyümüş. Çocuklarının ilk defa renkli televizyonla karşılaştığına dair anılarının yanında annem ilk defa domatesle karşılaştığı günü hatırlıyor.

Yani değişim hayatın bir parçası. Tabii ki bu doğal sürecin içerisinde doğal olarak var olan, tüm zamanlar için değişmez değerler var. Asıl mesele ise, bu değerleri koruyup koruyamadığımız.

Benim için bu değerler üç başlık altında toplanıyor:

Doğaya Hürmet 

İnsana Hürmet

BilgiyeHürmet

Sıralamayı gönül rahatlığıyla değiştirebilirsiniz çünkü birinin diğerinden daha az önemli olmadığına inanıyorum.

“Sanki bunları kazandırmak kolay da!” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de kolay olmadığını düşünüyorum. Bu değerlerin kazandırılması sene kaç olursa olsun zordu.

Ama bir çıkış yolu olarak “duygular” imdadıma yetişiyor.

Kendi çocukluğumuza dönüp baktığımızda çocuğumuzunki ile çok faklı bir yaşam görürüz. Tıpkı anne-babalarımızın bizimkinde gördüğü gibi. Çocukluk anılarımız zihnimize üşüştüğünde hoş bir tebessüm yayılır yüzümüze ya da yüzümüz sıkıntıyla buruşur. Bunun sebebini -en azından kendi hayatımdaki üç kuşağa baktığımda- “duygularımız” olarak görüyorum. Aslında o günden bugüne taşıdığımız hep duygularımız oluyor. Çocukluğumuzda yaşadığımız bir hadisenin olaylar zinciri ne kadar puslansa da olaya dair hissiyatımız tüm canlılığıyla orada durabiliyor. Mesela bu yazıyı yazarken ablalarımla aramızda renkli televizyonun bizim eve tam olarak kaç yılında geldiğine dair bir konuşma geçti. O zamana dair olaylar hepimizin zihninde bölük pörçük ama kimse ne hissettiğini unutmamış.  Anılarımız tam net değil ama ne hissettiğimizle ilgili hiç şüphemiz yok.

Kendi çocuğumuzun çok talihli ya da çok talihsiz bir zamanda büyüdüğünü bize düşündüren, genelde, çocuğumuzun sahip olduğu ya da olmadığı şeylere dair hissiyatımız oluyor. O yüzden tüm zamanların yatırım yapılması gereken yegâne varlığı olarak duygular çıkıyor karşıma. Çünkü çocuk yetiştirirken az ya da çok hatalar yapıyoruz. Bu, işin doğasında var. Aslında, kusursuz olmanın imkânı yok ve bu gerekmiyor da. Hatta bir güzel tarafı da var bu hataların: İçerisinde çocuğumuz için “Annen ya da baban da bir insan!” mesajını barındırıyor. Ama gerçekten anne-babanın sağladığı huzurlu ortamda mutlulukla büyüyen bir çocuk öyle ya da böyle yolunu buluyor, aslında gerçekte hiç kaybolmuyor. Yani önemli olan, anne-baba olarak oluşturduğumuz atmosferin genel havası. Yoksa arada bir tökezlemek iyidir ve hepimizin hakkıdır. Tabi mutluluktan ne anladığımızı da ayrı bir mütalaa konusu olarak değerlendirmek lazım. Çünkü gözden kaçırmamamız gereken bir şey var: Mutsuzlukla baş etmek de mutluluğa dahil.

Anne-babamızın çocukluğu, bizim çocukluğumuz, çocuğumuzun çocukluğu… Evet, üç neslin yaşamlarına dönüp baktığımızda çok büyük farklar görüyoruz. Oysa merceği biraz daha netleştirip yüzeyin azıcık altına inmeye talip olunca duygular çıkıyor karşımıza. İşte o zaman fark kalmıyor üç nesil arasında. Resim tanıdıklaşıyor, netleşiyor. Duygular; korktuğumuz, biraz da yabancısı olduğumuz yeni dünyaya -çocuğumuzun dünyasına- dair ip uçları oluyor, köprü oluyor. Ne de olsa hepimiz bir zamanlar gazdan cıyak cıyak ağlayan bebeler, dünyayı yerinden oynatacağını sanan ergenlerdik. Zaman makinası icat olmadı ama aslında biz sadece unuttuğumuz çocukluğumuza geri döndük.