Makaleler Sınıf Yönetimi

Bu Yıl Nasıl Bir Öğretmen Olacaksın?

Öğretmenler için yeni yayın dönemi başladı. Okulların açılmasıyla birlikte, yirmi yılını devirmişlerle henüz öğretmen olmuşlar şimdi okullu olan genç dimağlarla buluşacak. O öğretmenler şimdi heyecan içinde. Yıl boyu yapacakları etkinlikleri tasarlıyorlar. Diğer öğretmenlerle kritikler yapıyor, olası kriz durumları için hazırlıklı olma gayreti içerisinde paylaşımlarda bulunuyorlar. Öğretmenler odasında bir çılgınlık, bir koşuşturma. Materyaller havada uçuşuyor, etkinlikler tasarlanıyor. Matematik öğretmeni Ayşe Hanım, mutlak değerde geçen yıl sıkıntı yaşayan öğrencileri için yeni öğrenme yolları araştırıyor. Gömülmüş notlarının arasına. “Çay alır mısınız hocam?” dediğini bile duymuyor arkadaşının. Edebiyat Öğretmeni Ahmet Bey, hayali öğrencisiyle Tanzimat dönemini tartışıyor. Takmış kafayı dönemin siyasi yapısıyla edebi karakterini harmanlarken öğrencisinin ilgisini nasıl çekeceğine. Karşıdan bakınca delirmiş gibi gözüküyor ama ohooo kimin umurunda. Öğretmenler odası değil sanırsın bir şantiye. Her taraf işleyen zihin, her köşe parıldayan bir yüz. Yıl içerisinde çok yorulacaklar, milyon tane kriz çözecekler. Hatta geçen yılın sonunda bir tükenmişlik hali vardı üzerlerinde. Ama işte tuhaf bir durum. Şimdi hepsi unutmuş gibi o anları. Yeni heyecanlarla kıpır kıpır yürekleri. Şu öğretmenlik ilginç meslek. Geçen yıl C sınıfının yaramazlıklarından kafayı sıyırma noktasına gelen Türkan Hoca gitmiş de sanki yerine ilk defa sınıfa girecek körpe öğretmenin heyecanı gelmiş.

Masa başında oturup, böyle romanlardan bir sahne resmetmek hoş açıkçası. Ne iyi ne hoş bir tablo ama gerçekler her zaman böyle değil maalesef. Beşinci yılında içi çökmüşler, yirminci yılında hala o taze heyecanı taşıyanlar… Her türden insan var bu meslek içerisinde. Beşinci yılında içi çökmüş öğretmen dünyanın en acı tablosu gibi gözükse de daha acısı var: Kendi yapamadıklarında ya da yapmadıklarında, kendi karamsarlığında diğerini de boğmak isteyenler… Her gayretli öğretmen meslek hayatı boyunca birçok kez bu öğretmen tipiyle karşılaşır. Bu arkadaşları tanımak için bazı ip uçlarından faydalanmanız kârınıza olacaktır. Mesela bu arkadaşların alamet-i farikaları olan klasik söylemleri vardır: Eğitim sistemi için yapılacak hiçbir şey yok, kendini boşuna yoruyorsun, geçer bu hevesler, diğeri oturuyor baksana, dünyanın delisi sen misin?, sen bunları birlerine yaranmak için yapıyorsun, öğrenci nankördür, bu yaptıklarının bir kıymeti olmayacak vs. Bu söylemleri bir kez teneffüs etmek sakıncalı olmayabilir ama uzun süreli maruz kalmak bünyede uyuşturucu etkisi yapar. En iyisi baştan tedbiri alıp, ortamdan hızla uzaklaşmak.

İlk yılımda çok zor bir sınıfım olmuştu. F sınıfı. 32 saat derse giriyordum ve sınıflar en az kırk kişilikti. Acemiydim. Yüreğimde öğrencilerimle bağ kurma arzusu vardı ama işler bazı sınıflarda yavaş yavaş sarpa sarmaya başlamıştı. F sınıfında ise bu konuda zirveyi oynuyorduk hep birlikte. Çok büyük bir okuldu ve öğretmenler odası sınıflardan daha kalabalıktı. Fiziksel şartlar da çok iyi değildi. Çok soğuktu okul. Hep üşürdük, her yerden rüzgâr eserdi. Okul içerisinde fotokopi imkânı da yoktu çoğu zaman. Yazılıları çoğalmak için kırtasiyeye gitmem gerekiyordu ve kırtasiye masrafları bile beni zorluyordu. Ama bunların hiçbiri F sınıfı ile yaşadığım krizde yüreğimi rahatlatmıyordu. Sınıfla düşman olmuştuk resmen. Benden nefret ettiklerini düşünüyordum ve derinlerde bir yerlerde nefret olmasa da onlara çok fazla kızgınlık duyduğumu hissediyordum. Sınıfı susturmak için çok fazla bağırıyordum. Adım bağıran, kızgın hocaya çıkmıştı. Bu durumdan nefret ediyordum ama değiştirmek için ne yapabileceğimi de bilemiyordum. Öğretmenlerden aldığım tavsiyeleri de! uyguluyordum oysa ama durum düzelmiyordu. Bir şanstı benim için bu kalabalık öğretmenler odasında bulunmak. Yani öyle olmalıydı değil mi? Sonuçta bir sürü tecrübeli öğretmen vardı yani işini bilen bir sürü danışabileceğim akıl. Aslında çoğu zaman tavsiyelerine uymakta zorlanıyordum, ilişki kurmak için mantıklı gelmiyordu söyledikleri. Biri benimle öğretmenlerin bana tavsiyede bulunduğu yöntemlerle ilişki kurmaya çalışsa başarısız olacağı kesindi. Ama bu durumu da fıtratımda öğretmenlik olmamasına bağlıyordum. Yanlış işi seçmiştim sanırım. Kendi karamsarlığına çekmek isteyen çok fazla öğretmen vardı ama gerçekten öğrencisini bağrına basmış ve kıymetli tavsiyeler veren öğretmenler de vardı odada. Yalnız bunların sayısı oldukça azdı ve sesleri çok cılız çıkıyordu. Sanki öğrencilerinle bir şeyler yapmaya, vaktini onlarla geçirmeye çalışmak suçmuş gibi. Belki de öyle değillerdi ama taze bir öğretmen olarak durumun bana o an hissettirdiği buydu. Bazı öğrencilerimle aramda 4-5 yaş vardı ve bu durum işleri hepten zorlaştırıyordu. F sınıfına dersim olduğu günler hayatla bağım kopuyordu, evdekileri de çıldırtıyordum. F sınıfıyla yatıyor, F sınıfıyla kalkıyordum. Dünya F sınıfından ibaret olmuştu. Bağırmaktan farenjit olmuştum. Neredeydi o vadedilen, bir harf öğrettiğim için kölem olacak öğrenciler. Nesil bozulmuş, kıyamet yaklaşmıştı maalesef. Öğretmenlik için çok geç kalmıştım. Birinci dönemi böyle bitirdik. Yarım dönemlik koca öğretmen olmuştum artık, on beş tatilde kendimi üzerimden 20 yıl ezip geçmiş gibi hissediyordum. Dedim sık dişini. Şunun şurasında emekliliğe ne kaldı. Hepi topu otuz üç buçuk yıl.

Ama dişimi ne kadar sıkarsam sıkayım kendime rağmen bu mesleği yapamazdım. Nefret edilen birine dönüşemezdim. Bunu kabullenemiyordum. On beş tatil dönüşü F sınıfıyla aramı düzelmeye niyet ettim. Nasıl yapacaktım tam olarak bilmiyordum ama şimdiye kadar beni korkularımın yönettiğini fark etmiştim ve bu korkulardan sıyrılmalıydım.

İlk adım olarak sınıfa resmi bir tebessümle değil kocaman bir gülümsemeyle girmeye karar verdim. Ama kolay değildi. İçimden bir ses “Senden nefret ediyorlar, neden onlara gülümsemek zorunda olasın ki.” Diyordu. Elimde kitaplarımla sınıfın kapısında durdum. Bütün gururumu ayaklar altına alarak kocaman bir gülümseme takındım suratıma. Yanak kaslarımı tam gülümseme biçimine sokmam biraz zamanımı aldı. Koridorda birkaç deneme yapmak zorunda kaldım. Bu biraz taklit gibi durmuştu üzerimde ama yıllarca şiarım olan bir kaideyi o gün edindim: Sanat taklitle başlar. Çünkü yapmacık bir şekilde suratıma iliştirdiğim gülümseme yavaş yavaş gerçeğe dönüşecekti. Sınıfa girdim. Gerçekten de gülüyordum. Bu sihirli bir dokunuş olacaktı ve sınıf cennet bahçesine dönüşecekti. Öyle olmalıydı. Ama fark etmediler bile gülümsediğimi. Sınıf harman meydanı. Bağırtı çağırtı, havada uçuşan kitaplar, daha ilk ders olmasına rağmen birbirine girmiş sıralar, bu gürültüye rağmen kenara çekilmiş uyuklayanlar. Onlar güldüğümü fark etmediler ama bünyem etti. Bu mutlu halimi bozup da bağırmak istemiyordum. Açıkçası bağırmaya hiç gücüm yoktu. Ama bu tükenmişlikten değil beni saran olumlu havadandı. Bu durum beni gerçekten mutlu etti ve oracıkta ilk öğretmenlik dersimi aldım: Kocaman gülümsemekten korkma.

Sınıfa girer girmez resmi olarak yoklama almam gerekiyordu. Bunun yerine gözlerimle kafaları saydım, eksik yoktu. Kâğıda sonra işlemeye karar verdim. Başladım aralarında dolaşmaya. Birkaç kişiye hâl hatır, tatilin nasıl geçtiğini falan sordum. Gürültüden birbirimizi duymakta zorlandık ama ilginç bir şekilde keyifli hissediyordum kendimi. Yine de içten içe kaygılıydım. Bu sınıf sakinleşir mi acaba diye? Bir on dakika sonra gürültüde az da olsa bir azalma oldu. Sınıfta yavaş yavaş tansiyon düşmeye başlamıştı. Sesim işitilebilir hale gelmişti. Bağırmadan, gülümseyerek konuşmaya başladım. O ders sohbet, muhabbet ve gülümsemeyle geçti. İçimde bir kere yeşermişti umut tohumu ve bunu korunmak için uğraşmam gerekiyordu artık. Günler ilerledikçe sınıfla aramızdaki bağ güçleniyordu.  Bir gün bir öğrenci söz aldı ve dedi ki: Hocam, siz birinci dönem bizden nefret ediyordunuz ama ikinci dönem bizi çok sevdiniz. Sınıfın çoğunluğu da bu tespite katılmıştı. Bu tespit bana hayatımın dersini verdi: Dilinden dökülen ne olursa olsun karşındakine ulaşan enerjin, duygun oluyor. İkinci öğretmenlik dersim de cebimdeydi artık: Kontrolü yitirmekten korkma. O yıl çok fazla öğrencim olduğu (300 küsür) ve hepsini henüz tanıdığım için isimlerini aklımda tutmakta zorlanıyordum. Bu yüzden hepsinden bir fotoğraf istemiş ve arkalarına isimlerini yazmıştım. Evde bunlara çalışıyordum. Oldukça faydalı oldu bu yöntem. F sınıfındaki öğrenciler tek tek isimlerini bildiğimi fark ettiklerinde şok geçiriyorlardı. Onları hiç önemsemediğimi düşünmüşlerdi bugüne kadar demek ki. İsmini bilmenin öneminden hep bahsedilir ama bir kişiyi neredeyse davranış değişikliğine götürecek kadar etkileyebileceğini ilk defa fark etmiştim. Gelsin üçüncü ders: Ne yap ne et öğrencilerinin isimlerini öğren ve onlara isimleri ile hitap et.

Bizi dışarıdan izleyen bir başka kişi için F sınıfı hala haylaz ve ders işlenemez bir sınıf olarak gözüküyordu belki ama bizim için çok şey değişmişti. Bu bir dokunuşla başlamıştı ama bir dokunuşla olmamıştı. Zorlu bir süreçti ve çok uğraş vermiştim. Yılın sonuna yaklaştığımızda F sınıfından bağırtılar değil kahkahalar yükseliyordu. Bu benim için büyük bir devrimdi. Dördüncü öğretmenlik dersi cebimdeydi: Ürettiğin çözüm karşındaki kişinin ya da sınıfın durumuna uygun olmalı.

Beni ve dersimi sevmelerinden büyük bir mutluluk duyuyordum ve bu halime, tavrıma yansıyordu. Bir gün ikinci dönem F sınıfının dersine girmeye başlayan bir öğretmen yanıma geldi ve dedi ki: “Nur Hocam, bu sınıfta kriz geçiriyorum. Mesleği bırakma noktasına geldim. Bir gün sınıfa dedim ki: Siz her derste böyleymişsiniz zaten. Onlar da bana dedi ki: Yooooo. Nur Hoca’nın dersinde biz çok usluyuz (biraz mübalağa etmişler ama bu hoşuma gitti.) Hoca da bu cevap üzerine gurur yapmamış bana sormaya gelmiş bu sınıfla aramı nasıl iyi tuttuğumu. Ben de heyecanla sınıfla aramızda geçen hikâyeyi baştan sona anlattım. Geçen dönem yaşadığım kâbusu, bu dönem nelerin nasıl değiştiğini. Başladım sıralamaya:

  1. Sınıfa muhakkak fark edilir bir gülümsemeyle girin.
  2. Hâl hatır sorun, gözlerinin içine bakarak sohbet edin.
  3. İsimlerini muhakkak öğrenin ve onlara isimleriyle hitap edin.
  4. Hikayeleriyle, okul dışı zamanlarda neler yapıp ettikleriyle gerçekten ilgilenin ve bunu hissettirin.
  5. Sizin müfredatı yetiştirmeniz onların her şeyi öğrendikleri anlamına gelmez. Müfredat yetiştirme kaygısına ilişkinizi feda etmeyin.
  6. Kırk dakika boyunca sessiz kalmalarını beklemeyin, beklentinizi düşürün.
  7. Dersinizin en azından son beş dakikasını ders nasıl geçti sorusuna ayırın.
  8. Dersle ve sizinle ilgili beklentilerini öğrenin, “Nasıl olsaydı daha iyi olurdu?” sorusunu sormaktan korkmayın.
  9. Kişisel mücadeleye girmeyin. Yapıp ettiklerini kişisel almayın.
  10. Sınıftaki olumlu havanın kaynağının kendiniz olduğunu, sınıfı etkileyecek bu enerjinin sizden yayılmaya başladığını unutmayın ve bunu kimsenin engellemesine izin vermeyin.

 

Tabi bu tavsiyeleri verirken ¾ yıllık bir öğretmen olduğumu unutmadım. Sanırım o gün bu kadar net ve maddeler halini almış değildi bu tavsiyelerim. Sesim de daha titrek ve çekingendi muhakkak.

Ben bu olaydan sonra bilge bir öğretmene mi dönüştüm? Hayır. Bundan sonra hiç hata yapmadım mı? Çok hata yaptım. Hiç mi duygularıma yenilmedim, hiç mi sinirlenmedim, hiç mi bağırmadım? Hayır demeyi isterdim ama maalesef diyemem. Bazen bir önceki yıl edindiğim tecrübeyi bir sonraki yıl tekrar edinmek zorunda kaldım. Ama bu olay bana çok önemli bir şey öğretti: Çok şey değişebilir, yeter ki niyet et ve samimiyetle gayret et.

 

Nur Yılmaztürk Dağaslanı